Zamanla meselesi olan zamansızlığa sürgündür. Zaten zaman dediğimiz nedir ki: dışsal zaman söz konusuysa bir an, içsel zaman söz konusuysa bir ömür. Gerçi ömür de tuhaf bir kavram. Yine iş dönüp dolaşıp an’da kilitleniyor. O an hatırladığımız ne varsa ona geçmiş, umduğumuz ne varsa gelecek, hepsinin birleşimine de ömür diyoruz. Öldüğümüzde hiçbir beklenti kalmadığı için, geleceğe doğru akan zaman donuyor, hareketsiz mi kalıyor o anda? Gerçi öldüğümüzde sadece beklenti değil, hatıra da kalmıyor. Öyleyse ömür, yani bitmiş, noktalanmış olan ömür hangilerini kapsıyor? Bir kişinin ardından “iyi bir ömür yaşadı” diyebilir miyiz mesela? Geleceği yok, geçmişi de zamanın, ona ait içsel zamanın durduğu andan itibaren donmuş halde; yani artık bir hatıra da yok belleğinde! O zaman, birinin ömründen bahsederken, o kişinin, bizim hatıralarımızda yer alan kısmından mı bahsediyoruz sadece? Birinin ömrü, bizdeki içsel zamanın geçmişle ilgili kısmında ne kadar yer aldığıyla mı ilgili yoksa?
İşin içinden çıkmanın pek kolay olmadığını, gerçekten de zamanla meselesi olanın zamansızlığa sürgün olacağını düşündüğümden, bu konudan uzak durmaya çalıştığım bir anda karşıma çıktı Soner Demirbaş’ın ‘Koruda Söylenen’i. Meselesi zaman olan şiirlerin bağlamları içine, yine meselesi zaman olan başka şiir ve metinleri katmış, bu anlamda, bunları bir çeşit mekan olarak kullanmış Demirbaş. Kısacası, zaman/ uzam birlikteliğine de yeni bir bakış açısı getirmiş.
HER ŞİİRİN BİR ALINLIĞI VAR
Öncelikle, birkaçı hariç kitaptaki her şiirin bir alınlığı olduğunu belirtmek gerek. Alınlık, şiirin başında yer alan, başkalarından alıntılanan dizeler ya da sözler. Bunlar, bir çeşit ithaf da sayılabilir. Bu alınlıkların her biri, şiirin bağlamı ve açılımı hakkında okura yol gösteren birer işaret levhası aynı zamanda. Kimler var bu alınlıklarda; Paul Celan’dan Emirhan Oğuz’a, Dostoyevski’den Nazım Hikmet’e, Ahmet Haşim’den Edip Cansever’e, Murat Gülsoy’a, İlhan Berk’e, Haydar Ergülen’e, Baudelaire’e, Gülten Akın’a, Puşkin’e kadar birçok kişi….
Turgut Uyar’ın “Şimdi tarihte saat kaç?” dizesi bir şiire alınlık olmuş mesela, Enis Batur’un “bir nabız gibi çalışır içeride zaman” dizesi başka bir şiire, Cemal Süreya’nın “An ki fıskiyesi sonsuzluğun” dizesi ise diğer bir şiire.
Alınlığı Turgut Uyar’a ait olan şiir “İnsanlık” adını taşıyor ve “kendi kendinin hem yarası hem bıçağı/hem faili hem suç ortağı olan insanlık” sorgulanıyor. Tarihte şimdi saatin kaç olduğunu sormuş Turgut Uyar ve Soner Demirbaş o noktadan almış soruyu, “adım adım saf varlığından uzaklaşan”, bu yüzden de “bedeniyle birlikte adı da azapta olan” insanlığa ait saatin akrebinin de yelkovanının da her daim “utanç”ı gösterdiğini hatırlatmış bize.
Ayrıca, “İnsanlık” adlı şiirin gazel biçiminde yazıldığını da söylemek gerek. Buradan yola çıkarak, biçimsel anlamda da tarihle bir bağlantı kurmak mümkün. Zaten “Koruda Söylenen”, “Başlangıçta”, “Soneler” ve “An” adlı üç bölümden oluşuyor. İkinci bölümdeki şiirler, adından da anlaşılacağı üzere sone formunda, son bölümdekiler ise gazel formunda yazılmış. Klasik Avrupa şiirinin soneleriyle, Divan şiirinin gazelleri, hem klasik hem modern edebiyatın ustalarıyla yol arkadaşlığı yapıyor ve Soner Demirbaş’ın kurduğu bu çok düğümlü ağ, sadece biçimsel değil anlamsal olarak da yeni bir bütünlüğe ulaşıyor.
Enis Batur’un “bir nabız gibi çalışır içeride zaman” dizesinin alınlık olarak yer aldığı “Uzun Zaman” adlı şiirde ise, “başlarken biten biterken başlayan zamanın arayüzünde” dizesiyle karşılaşıyoruz. Zamanın başı sonu belli değil; daha doğrusu her zaman dilimi başladığı anda bitiyor, bittiği anda bir diğeri başlıyor. Nabız, bu arayüzde atıyor işte. Her saniyeyi bir kalp atışı gibi düşünebiliriz. Kalp atmayı bıraktığında, içerdeki zaman da durur. Bu bizi ta Aristoteles’e kadar götürüyor. “Zaman devinimin sayısıdır” demişti Aristoteles. Daha sonra Bergson da, “nesne, hareket halinde olduğu sürece zamanla zamandaştır” dememiş miydi zaten. Ölüm mutlak hareketsizlik olduğuna göre, nabız durduğunda zaman da durur.
Cemal Süreya’nın “An ki fıskiyesi sonsuzluğun” dizesi ise, kitapta yer alan “Son Bir” adlı şiirin alınlığı olarak kullanılmış. Şiirde geçen “bilinmeyen uzamları önüne katıp ilerleyen nehirlerden bahset bana” dizesindeki nehir sözcüğü zamanı, zamanın akışını simgeliyor bence. Zamanın, sadece bilinen değil, bilinmeyen uzamları da önüne katıp sürüklemesi, ancak gidilen yol sonsuzluğa doğruysa mümkün olabilir. Peki an’ın işlevi nedir burada? Onu da Demirbaş’ın şiirinin, Cemal Süreya’nın dizesiyle kurduğu gizli mutabakattan anlıyoruz. Şiirin tamamı okunduğunda gizlilik kalmıyor gerçi, zaman deşifre oluyor deyim yerindeyse. Bu arada, bunca ağır kavram arasında fıskiye sanki hafif, küçük bir ayrıntıymış gibi görünebilir gözümüze. Oysa konunun bam teli fıskiye. Çünkü fıskiye, an’ın simgesi. Sonsuzluğa doğru akan ya da fışkıran an’ın. Ve zaman dediğimiz şey, an’dır aslında. Ne demişti Heiddeger: “Var olma, şu anda olmadır.
KAYIP ZAMANIN ŞİİRİ
Şimdiye dek şiirlerin başındaki alınlıklardan söz ettik ama konu bununla sınırlı değil. Dahası var! Şiirlerde, doğrudan başka şiirlerden dizeler, başka metinlerden alıntılanan cümleler de yer alıyor. Rahatlıkla, metinlerarası ilişki kavramına yeni bir yorum getirildiğini de iddia edebileceğimiz bu tavrın en uç örneği, “Kayıp Zamanın İzinde” adlı şiir. Bu şiirin tüm dizeleri, Proust’un aynı adlı, yedi ciltlik kitabından alıntılanmış. Bu 3065 sayfalık dev yapıtın içinden titizlikle seçilmiş yirmi dört cümle, öyle sıkı biçimde dokunmuş, birbiri içine işlenmiş ki, sonunda yirmi dört dizelik bir şiir çıkmış ortaya. Kayıp zamanın şiiri.
İbn Sina’dan William Burroughs’a, Homeros’tan Edip Cansever’e, Murat Gülsoy’dan Ece Ayhan’a çok sayıda kişinin dize ve cümleleriyle kendi dizeleri arasında diyalektik bir bağ oluşturmuş Soner Demirbaş ve yine zaman izleğini başat olarak kullanarak metinler arasında hem anlamsal hem çağrışımsal bir bütünlük kurmuş. Kullandığı cümle ve dizeler, italikle belirtilmemiş olsa, kolay kolay alıntı olduğu anlaşılmayacak düzeyde sızmış kendi dizelerinin arasına. Tuhaf kaçmazsa şöyle söylemek isterim: Bazı metinlerden beslenilmiş ve beslenilen metinler öylesine sindirilmiş ki, her metin kendi bağlamından ve yarattığı sözel güçten kopmadan, başka bir metinle kaynaşmış. Bu aşamada, Paul Valery’nin “Başkalarıyla beslenmek, orijinal olmanın da, kendisi olmanın da ta kendisidir” sözü geliyor akla.
Metinlerarasılık bağlamında bu beslenme yöntemine ait birkaç örnek verebiliriz. Örneğin, “Akdikenler Altında” adlı şiirdeki “gece zenci dişleri ile güldü sonra/ ve zihnindeki şarkıyı söyledi gecenin sütlü sedefi/ bozkırın güneşli ve rüzgarlı yolundan geçip/ cıvıltıyla ilerlerken dolambaçlı kuşlar meclisi…” dizelerinde geçen, italikle belirtilmiş olan “gece zenci dişleri ile güldü” Şeyh Galip’ten, “gecenin sütlü sedefi” ise Marcel Proust’tan alınma. Ancak, bu alıntılar bizi doğrudan ne Şeyh Galip’in şiirine ne de Marcel Prost’un metnine götürüyor. Sadece, Soner Demirbaş’ın şiirini güçlendiriyor ve kurulan yeni bağlamın bir parçası oluyorlar.
Aynı şekilde, “Su Işıklı” şiirindeki “doğanın derin göğsünden gelen bilgeliğin bildiricisi” dizesi, Nietzsche’nin “doğanın derin göğsünden” ve “bilgeliğin bildiricisi” kavramlarından oluşturulmuş. Hemen ardından gelen “kendi doğruluğundaki sesin ve sessizliğin yontusudur” dizesi, bizi Nietzsche’den koparmamakla birlikte, Nietzsche dışında başka bir önermeye götürüyor ve doğanın derin göğsünden gelen bilgeliğin bildiricisinin ne’liği hakkındaki yorum, yani kendi doğruluğundaki sesin ve sessizliğin yontucusu olması, doğrudan Soner Demirbaş şiirine geçiş yapmamızı sağlıyor. Böylece, zaten kendi başına da güçlü olan şiirler, bu alıntıların içselleşmesiyle birlikte, yeni çağrışım olanaklarına imkan tanıyor ve zenginleşiyor.
Şiirlerde, hiçbiri rastlantısal olmayan, belli bir örüntünün parçaları olarak kullanılan alınlıkları ve alıntıları bir arada ele alabilmek için, bir örnek daha vermek istiyorum. “İlk Adım” adlı şiirde, alınlık olarak İlhan Berk’in şu dizeleri yer alıyor: “Zaman ki sonsuzdur/ Bitmemiş şiirler gibidir.” Şiir, “kuşlar en geniş anlamına kanat çırparken gökyüzünün eşiğinde/ geçmiş şimdiki zaman ve gelecek dediğin de bir harekettir sonuçta” dizeleriyle başlıyor. İlhan Berk’ten el alınarak başlanıyor, ardından geçmiş, şimdi ve gelecek kavramlarına bütünlüklü bir bakış geliştiriliyor. Zamanın var oluşla ilişkisi ise, varlıkla ilişkisini de içerecek şekilde ele alınıyor. Zamanın varlıkla iç içe geçtiği yerde, bu kez Roland Barthes’la karşılaşıyoruz. Şiirdeki alınlık İlhan Berk’ten, alıntı ise Barthes’tan: “şeylerin varlığı ağırlıklarında değil hafifliklerindedir”. Şiirin ilk iki dizesinden yola çıkarak söyleyebiliriz ki, geçmiş, şimdi ve gelecek (yani topyekun zaman) ancak hareket sayesinde var olur. Daha önce de değindiğimiz gibi, zaman harekettir. Hareketi de kuşların kanat çırpışlarıyla simgeleştiriyor Demirbaş. Şeylerin varlığı, Barthes’ın söylediği gibi ağırlıklarında değil de hafifliklerindeyse eğer, hareketin en hafif, en estetik şekli de kuşların kanat çırpmalarıdır muhakkak.
Tekrar İlhan Berk’in dizelerine dönüp, zamanın sonsuz olmasının, bitmemiş şiirlerle ilişkisini sorgulayabiliriz ki, bu kez de şiirdeki “yeryüzüne dokunan bir kağıdın alnına düşürür harfini kurşun kalem/ ve arzu edilen ve şeyleri görünür kılan kelimeler birikir ötede beride” dizeleriyle karşılaşırız. Kurşun kalemin ucundan, yeryüzüne dokunan bir kağıdın alnına düşen harf, elbette ki bir şiirin harfidir. Düşen harf, şiirin henüz bitmediğini gösterir. Çünkü bir harfi eksiktir şiirin. O yüzden de, aynı zaman gibi sonsuzdur. Harf şiirdeki yerini bulursa, şiir sonlanır. Diğer bir deyişle zaman durur. Çünkü hareket bitmiştir, kağıt da devinimsizdir artık kalem de.
‘Koruda Söylenen’i okumak emek istiyor ancak bu emeğe değiyor. Zaten ne demişti Marcel Proust, “Şair ağacın karşısında durur… Ağacın karşısında durur, ama aradığı şey kuşkusuz ağacın ötesindedir.”
‘Koruda Söylenen’, tam da ağacın ötesindekini görmek isteyenler için. Hem de zaman ağacının.